Doping Medya Reklam
artı5tv youtube reklamı

Salih Altınışık

Küreselleşme, göç ve kimlik hareketliliğinin hız kazandığı günümüzde çifte vatandaşlık olgusu, klasik vatandaşlık anlayışının sınırlarını zorlamakta; aidiyetin yanı sıra, uluslararası hukuk bakımından da yeni tartışma alanları doğurmaktadır. İsrail örneği, bu tartışmanın en çarpıcı yansımalarından birini barındırmaktadır. Ülkede yaşayan nüfusun yaklaşık %10’unun ikinci bir vatandaşlığa sahip olduğu tahmin edilmektedir¹. Bu nüfus içinde Türk kökenli olanların sayısı 100 ila 150 bin kişi arasında değerlendirilmektedir². Bu topluluğun bir bölümü, Türkiye vatandaşlığını korumakta ya da yeniden kazanmış durumdadır. Ancak bu grubun demografik yapısı, siyasi etkisi veya faaliyetleri hakkında kamuya açık sistematik bir veri bulunmamaktadır. Bu eksiklik, salt istatistiksel bir boşluk değil; jeopolitik, hukuki ve kimliksel bir sessizliğe işaret etmektedir.

Bu sessizliğin en kritik boyutlarından biri, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) bünyesinde görev yapan çifte vatandaşların durumudur. İsrail’de zorunlu askerlik hizmeti genel bir yükümlülük olup, çifte vatandaşlar da bu hizmetin kapsamına girmektedir. Dolayısıyla Türkiye vatandaşlığını sürdüren veya yeniden kazanan bireylerin bir kısmı, fiilen İsrail ordusunda görev yapmakta ya da bu yapıya destek sağlamaktadır. Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 26 Ocak 2024 tarihli ihtiyati tedbir kararında, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki eylemlerinin 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme kapsamına girebilecek fiillerle ilişkili olabileceğini belirtmiş ve İsrail’e soykırım fiillerini önleme yükümlülüğünü hatırlatmıştır³. Aynı şekilde, çok sayıda Birleşmiş Milletler organı, bağımsız raportör ve insan hakları örgütü, **sivillere yönelik kasıtlı saldırılar, zorla aç bırakma ve toplu yerinden etme uygulamalarına ilişkin ciddi ihlaller tespit etmiştir.**⁴

Bu bağlamda, İsrail ordusunda görev yapan Türk vatandaşlarının durumu, bireysel düzeyde uluslararası cezai sorumluluğu gündeme getirmektedir. Roma Statüsü’nün 25. maddesi uyarınca, **soykırım, insanlığa karşı suçlar veya savaş suçlarının işlenmesine iştirak eden, yardım eden veya teşvik eden bireyler, fiillerinden dolayı kişisel olarak sorumlu tutulabilir.**⁵ Nürnberg ilkelerinden bu yana yerleşmiş bir hukuk kuralı olarak, “emir uyguladım” savunması bu suçlarda geçerli değildir. Bu durum, İsrail ordusunun potansiyel soykırım suçlarıyla ilişkilendirilmesi halinde, çifte vatandaşların da uluslararası ceza yargılamalarına konu olabileceği anlamına gelir.

Diğer taraftan mesele yalnızca bireylerin sorumluluğuyla sınırlı değildir. **Türkiye, 1950 yılında Soykırım Sözleşmesi’ne taraf olmuş ve böylece sözleşme uyarınca hem soykırımı önleme hem de cezalandırma yükümlülüğü altına girmiştir.**⁶ Bu çerçevede, Türkiye vatandaşlarının yurt dışında soykırım fiillerine iştirak etmesi, Türkiye bakımından da uluslararası hukukta belirli yükümlülükleri doğurabilir. Devletlerin, kendi vatandaşlarının yurt dışında bu tür suçlara karışmasını soruşturma veya yargılama yönünde önlem alma sorumluluğu, evrensel yargı yetkisi ve sözleşmesel yükümlülükler çerçevesinde doktrinde geniş biçimde tartışılmaktadır⁷. Buna rağmen, Türkiye’de bu konuda sistematik bir hukuki veya siyasi tartışma yürütülmemekte, idari veya yargısal düzeyde herhangi bir mekanizma işletilmemektedir.

Avrupa Birliği ülkeleri, vatandaşlarının yabancı ordularda görev yapmasına çoğu zaman sıkı denetim ve yaptırımlar getirirken; Türkiye’nin bu alandaki sessizliği, ileride hem hukuki hem de diplomatik düzlemde sorunlar yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bu sessizliğin, bir stratejik tercih mi yoksa derin bir kurumsal ihmâl mi olduğu sorusu ise cevapsız kalmaktadır. Oysa vatandaşlık, pasaporta indirgenemeyecek kadar ciddi bir bağdır. Uluslararası suçlar bağlamında bu bağın görmezden gelinmesi, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda devlet düzeyinde de sorumluluk risklerini artırır.

Sonuç itibarıyla, İsrail ordusunda görev yapan Türk vatandaşlarının varlığı, hem çifte vatandaşlık tartışmalarını hem de uluslararası ceza hukuku sorumluluğunu kesiştiren, stratejik önemde bir konudur. Bu mesele, ne istatistiklerin dipnotuna sıkıştırılabilecek kadar basit ne de siyasi polemiklerle geçiştirilebilecek kadar yüzeyseldir. Uluslararası hukuk ve siyasi etik açısından asıl mesele, bu sessiz alanın görünür kılınması, hukuki çerçeveye oturtulması ve devlet politikası düzeyinde ele alınmasıdır. Sessizlik, ne suçu ortadan kaldırır ne de sorumluluğu azaltır. Aksine, tarihin ve hukukun mahkemesinde sessiz kalanlar, çoğu zaman en önce sorgulananlar olur.

 


Yorum Yazın

Sessiz Sorumluluklar

Vatandaşlık, modern devlet yapılarında yalnızca kimlik göstergesi değil; aynı zamanda siyasi sadakat, hukuki yükümlülük ve uluslararası sorumluluğun da temelini oluşturur.

6.10.2025 23:33:00

artı5tv youtube reklamı